31 Ekim 2016 Pazartesi

İKTİDAR VE BEDEN


Daha önce duymadığınız şeyler söyleyen bir kitaba tesadüf etmek büyük şanstır. Ufkunuz açılır en klasik tabirle, ama daha da önemli bir nokta vardır; siz, o kitabı elinize almadan önceki siz değilsinizdir artık. Başka bir pencere açılır önünüzde. Her şey başka türlü görünmeye başlar...
Deborah Lupton’un Ayrıntı Yayınları’ndan çıkan ’Duygusal Yaşantı’ adlı kitabıyla Foucault’nun ‘Hapishanenin Doğuşu’ benim için böyle kitaplardır.
Ortaçağ’da beden, onu çevreleyen tüm süreçlerin, toplumsal ilişkilerin, iktidarın doğrudan içinde yer almaktadır. Hükümdarın ona doğrudan sahipliği söz konusudur. Tebaanın bedeni, hükümdarın özel mülkiyetinin bir kalemidir sadece. Tüm hakkı ve tasarrufu devlete aittir. İktidar kendi özel malına dilediğini yapabilir; parçalayabilir, işkence edebilir, yakabilir vs. Bunun için hiç kimseden izin almaya ihtiyacı yoktur; çünkü karşısında bir muhatap yoktur. Bu nedenle, kişinin bedeniyle ilişkisi de bugünkünden farklı olacaktır..
Bedenin bir iktidar nesnesi olduğu modern devletlerin söylemlerinde yer almaz . Bedenin ve onun bütünlüğünün korunması esası söz konusudur artık. iktidarın bedeni çok değerli gördüğü için ona işkence etmeyi bıraktığını, acı veren birtakım cezalar; giyotin, idam gibi uygulamalardan kaçındığı gibi bir yanılgıya düşürebilir hepimizi. Foucault’un biyopolitika ve biyoiktidar tanımlarında da yer aldığı gibi, işin aslı böyle değildir. Meselenin aslı, kabaca, yaşanılan ekonomik dönüşümlerle birlikte, iktidar ile halkın ilişki biçimimin değişmesidir.
Ulus devletlerin kurulması, ülkelerin birer birer monarşiden demokratik yönetimlere doğru geçmesi ile birlikte, devlet bireyin sahibi olmaktan çıkıp, onun hukuki dayanağı haline gelmiştir. Dolayısıyla bireylerin bedeni üzerindeki tasarruf hakkı da ortadan kalkmış ve tüm düzenlemeler/cezalar, hukuk aracılığıyla yapılmaya başlanmıştır.

ORTAÇAĞ’DAN GÜNÜMÜZE BEDEN
16. yüzyıldaki kaynaklara bakıldığında bedenin dört öz sıvıdan oluştuğu kabul edilirdi: Safra, sevda safrası, kan ve balgam. Kişilik özelliklerini farklı kılanın, hastalıklara sebep olan temel şeyin de bu sıvıların dengesindeki değişimler olduğu düşünülürdü.
Kan ve Sevda Safrası: Sıcak mizaçlı kişilerin karaktersizliğiydi. İki uçta olurlardı; samimi, sıcak; neşeli, asabi; çabuk sinirlenen ve fevri.
Safra ve Balgam: Kayıtsız özelliklere sahip soğuk mizaçlı bireyler ortaya çıkarır.
Arzu edilen ideal kişiliğin ortaya çıkması bu sıvıların bir bedende dengeli dağılmasına bağlı diye düşünülürdü.
Beden gözenekliydi; dışkılama, cinsel kirlenme, kusma gibi bir süreçler dizisinin kabı olarak kabul edilirdi ve bunların hiçbiri tiksindirici ya da iğrenç şeyler olarak görülmezdi.
Peki ne oldu zamanla? Tıp gelişmeye başladı yavaş yavaş, peki; ama insan nasıl oldu da kendi içsel sıvılarını tiksindirici ve iğrenç kabul etmeye, onları herkesten gizlemeye, dahası yok saymaya başladı?
İnsanlık, geçtiğimiz birkaç yüzyıl öncesine kadar büyük oranda ev içi üretim yapmakta, kendi yakın çevresi ve akrabaları ile büyüyüp yaşlanmakta, yine, yabancı kimselerle neredeyse hiç temasa girmeden, doğduğu yerde hayata gözlerini yummaktaydı. Toprak kapitalizminin işsiz bıraktığı insanların sanayide çalışmaya mecbur kalması ile birlikte ‘öteki’, ‘yabancı’, ‘başkası’ ile bir arada olma zorunluluğu ortaya çıktı. Kişinin kendisini ‘içeri’, toplumu ve başkalarını ‘dışarı’ kabul etmesiyle birlikte utanma, sakınma ve kendini kendini denetleme durumları yaşanmaya başlandı. ‘’İdeal beden temasa daha çok kapandı. Mahrem alışkanlıklar, beden atıklarının nasıl temizleneceği ile beden görgüsü birbirine daha çok bağlandı.’’
18. Yüzyıla kadarki mimari yapıya bakıldığında, evlerin içinde ‘yatak odası’ diye bir bölüme rastlanmamakta. (Bugün ülkemizde de hâlâ, çoluk çocuk birlikte uyunan kültürler var. Onların geleneksel ve kapalı toplumlar olduğu göz önünde bulundurulduğunda, durum çok da abes görülmeyecektir.) Yine bu dönemlerde ailenin doğal üyesi olmayan -köle gibi kişilerin de aile üyeleriyle birlikte yemek yediği ve onlarla birlikte uyuduğu bilinmekte. ‘Pijama’nın da bu dönem ortaya çıkan bir yenilik olduğunu parantez içinde söyleyebiliriz.
‘’Erken modern Avrupa toplumlarında uygarlaşmış kişi, özerk ve kapanık bir varlık olarak kendini ayrı tutabilen, -duyguları dahil, bedensel işlev ve hareketlerini yüksek derecede denetleyebilen, özelleşmiş birey olarak görülmeye başlandı.’’, diyor Lupton. 19. Yüzyılla birlikte grotesk beden iğrenme kaynağı oldu. İçsel sıvıları kontrol edememek, bedeni toplumun ideal kabul ettiği ölçüler içinde tutamamak, başkalarının beden akışkanlarıyla temasa geçmek iğrenç ve kabul edilemez, tiksindirici ve tehlikeli kabul edilmeye başlandı. Gözyaşlarını tutmakta zorlanan bir erkeğin, yemek yemeği seven şişman bir kadının ‘’zayıf karakterli’’ kişiler olarak yaftalanıp, aşağılanması da bu değişen bakış açısının sonucu.
 Akışkanlık ve sıvılık dendiğinde de akla ilk önce kadın gelir oldu. ‘’Dişi beden kültürel açıdan erkeğe göre daha geçirgen, kaçınılmaz ve denetlenemez biçimde sızıntılı, akıntıya eğilimli.’’ Kadınlar gözyaşları dahil tüm içsel sıvılarını sıkı biçimde kontrol etmeli, katı diyetler uygulayarak dişil eti yavaş yavaş ortadan kaldırmalı, kapalı, kuru, eril beden idealine varmalı ya da yaklaşmalılardı.
----------
Algılarımız, kabullerimiz ya da reddettiklerimiz, yaşadığımız dönemin öne çıkan tüm özellikleriyle birbirine sıkı sıkıya bağlı. Kimyasal temizlik ürünleri olmadığı için onlar bizden önceki çağlarda yaşayanlar daha pis, kirli değillerdi; sadece ‘hijyen saplantısı’’ yaratılmamıştı onlarda ve doğayla uyumlu bir yaşam sürülmekteydi. Giyotin kullanan, ya da iktidar kavgaları yüzünden birbirini öldüren egemenler bu çağın insanlarından daha barbar ya da daha zalim değillerdi. Bugün bedenin gözetim, denetim ve kapama işlemlerinin yaygınlığı ve süresi göz önüne alındığında işkencenin sadece dönüşüme uğradığını fark etmek zor değil. Bir Kibele heykelciğine, modern dünyanın kadın algısıyla bakıp anlam vermeye çalışıyoruz; ‘koca memeler, iri kalçalar, yağ bağlamış bir göbek neden tanrısal kabul edilmişti ki?’ diye düşünüyoruz; halbuki birkaç yüzyıl öncesine kadar bunlar hala önemseniyor, arzu ediliyor ve tiksindirici kabul edilmiyordu.
Diyeceğim o ki, biz biyoiktidarların biyopolitik uygulamalarına, yaşamın her noktasında maruz kalmış insanlar, geçmiş çağları ve insanlarını anlamak için, gözlerimize takılan  ‘’biyopolitika’’ gözlüklerini bir kenara bırakarak tarihin sayfaları arasında gezinmeye yeniden başlamalıyız.
Ben, bahsettiğim bu iki kitap sayesinde bu şansa muktedir olduğumu düşünüyorum.

Gülşah Köksal
Kaynaklar:
1- Duygusal Yaşantı / Deborah Lupton Ayrıntı Yay. 1. Basım 2002
2- Hapishanenin Doğuşu / Michel Foucault İmge Kitabevi 4. Baskı 2013


ALAİN DE BOTTON’DAN MESAJ VAR



‘’Bu kitap, mucizelere, yanan fundalıklardaki hayalet öykülerine inanmayı beceremeyen, sıra dışı kadın ve erkeklerin serüvenlerine derin bir ilgi duymayanlar için yazılmıştır.’’, diye başlıyor söze yazar ‘’Ateistler İçin Din’’ adlı kitabına.
Sekülerizmi benimsemiş, ateist bir anne baba tarafından büyütülen Botton, ailesinin bu duruşundan bir hayli etkilenmiş olsa da, yirmili yaşlarının ortasında bir inanç krizi yaşar: Tanrı’nın var olmadığına inanmaktan hiç vazgeçmediğini söylerken, babasının kaybı üzerinden geçen  birkaç yıl sonra başlar bu ‘’dinler üzerine düşünme’’ dönemi. Sekülerleşmeye başlayan dünyada, dinler ve dinlerle ilişkili olduğu düşünülen tüm ritüeller, kurumlar, duruşlar, davranışlar birer birer reddedilmeye başlanırken, aslında neleri yitirmiş- yitirmekte olduğumuzu görmeye başlamıştır Botton bu ‘’inanç krizi’’ sürecinde.
Düşünür, ‘’Dinleri yukarıdan aşağıya indirildiğine ya da tamamen deli işi olduklarına inanmayı bıraktığımızda durumun ilginçleşmeye başladığından’’ söz ediyor ve şu iki gereksinimden dolayı– seküler toplumun başarılı bir yolla karşılamayı beceremediği-  dinleri yaratmak zorunda kaldığımızı öne sürüyor:
-      Çok derinlerimize kök salmış, bencil ve vahşi dürtülerimize rağmen hep birlikte, topluluklar halinde uyum içinde yaşama isteği,
-      Mesleki başarısızlıklar, sorunlu ilişkiler, sevdiklerimizin ölümü, sağlığımızın bozulması ve kendi ölümümüz konularındaki kırılganlıklardan kaynaklanan ürkütücü yoğunluktaki acıyla baş etme gereksinimi.
Aslında Botton, kitap boyunca bizi kendisiyle birlikte yürüyeceğimiz bir düşünce yolcuğuna davet ediyor. Bunu da ‘’Hem inançlı, hem de inançsız gruplardan oluşan köktencilerin işgaline uğramış bir dünyada, dini inancın tamamen yok sayılarak reddedilmesi, kimi dini ritüellere ve kavramlara saygı duyarak dengelemek mümkün olmalı.’’, diye düşünerek yapıyor. ‘’Çünkü,’’ diyor, ‘’seküler toplum yapısı bizi ‘’ahlak sözcüğünden korkar hale getirdi. Bir vaaz dinleme düşüncesi bile hoşnutsuzlukla söylenmemize yol açıyor. Sanatın duyguları coşturduğu ya da etik bir misyonu olduğu görüşünden kaçar olduk. Hac yolculuklarına çıkmıyoruz. (…) Yabancılar çok nadiren birbirleriyle şarkı söylüyorlar…’’
Modern dünyanın kurumları bizleri mutlu bireyler haline getirmeyi başaramadı. Daha çok bilgi var ama bilge insan sayısı azaldı. Daha kalabalık bir nüfus var, ama daha yalnızız. Eğitim daha yaygın, ama ‘’cahil’’ ve düşünme tembeli insan oranı, diğer yüzyıllara göre daha yüksek. Daha depresif, daha nevrotik, bedensel olarak daha zayıf, hastalıklara daha açık  olmamızın altında yatan etmenlerden en önemlisi, bizim, binlerce yıllık geleneklerden, bilgi birikiminden birden bire uzaklaşıp, hepsini ‘’kötü’, ‘’geri’’ ya da çağdışı ilan etmiş olmamız olamaz mı? Bilim, modern sanat, kentleşme, sanayi; ulaşım, hız, iletişim yaygınlığı bizleri daha iyi yaşamaya ikna edemedi. Aldıkça yoksullaştık, vermek yerine içimize kapandık; hız, ve kolay ulaşılabilirlik arzularımızı köreltti, duygusal olarak firijtleştik.  ’’Bu kadar çok şeyden vazgeçerek dinin, mantıklı olarak tüm insanlığa ait olması gereken deneyim alanlarını kendi egemenliğinde görmesine izin verdik; şimdi bu alanları yeniden seküler dünyanın içine almak için harekete geçmekten çekinmemeliyiz.’’

‘’Dinler içimizi saran yalnızlık hissiyle ilgili çok fazla şey biliyor gibiler.’’
Dinlerin bu bilgeliğinden ve uygulamalarından feyz alınarak, yeni modern alanlar oluşturulabilir diye düşünüyor yazar ve bazı önerilerde bulunuyor.
Seküler eğitim ve dinsel eğitim arasındaki farka göz atan yazar, dikkat çekici noktalara işaret ediyor. Dinsel eğitimde kişiyi yaşama hazırlayan bir program izlenirken, seküler eğitimde yaşam bilgeliği hedefi güdülmeksizin, mesleğe, bölümün gerekli uzmanlık alanına yönelik bir ders programı çerçevesinde öğretim yapılıyor ve yaşamın gerçeklikleri üzerine tek söz edilmeden kişi kurumdan mezun ediliyor. Oysa çoğumuz yaşam içerisinde kaybolmuş durumdayızdır, ancak, bu konuda derin bir sessizlik hakimdir çevremize. Herkes bir diğerinin kendisinden daha mutlu, daha güvenli, daha şanslı, daha huzurlu vs olduğunu zannederek geçirir ömrünün büyük kısmını. Bunun temel nedeni birbirimizden yalıtılmış yaşamlar dizayn ediyor oluşumuzdur. Bir vaaz çevresinde toplanıp herkesin pür dikkat konuya yoğunlaştığını, konunun da kibir, hoşgörü, vefa, ölüm, kin vb hakkında olduğu bir ortamda, kişi, yanında, önünde, arkasında, kendi gibi insanların bulunduğu duygusu ile başka bir ruh halini yaşamaya başlar; yalnız değildir. Yanındaki adam hıçkıra hıçkıra ağlamaya başlamıştır örneğin. Oysa, salona girdiğimizde gözümüze ilk çarpan o olmuştur güçlü, dik, mağrur duruşuyla. Ya da, başını öne kederle eğmiş, sessizce gözyaşı dökmektedir karşıda duran genç güzel kadın… Dertli, yalnız, çaresiz olan bir  biz değilizdir.
Modern dünyaya  göre her birimiz ‘’biriciğiz’’dir; parmak izlerimiz kadar özel, benzersiz, mucizelerle dolu, güçlü, birbirinden farklı yeteneklere sahip özel birer varlık… Biricik olma duygusunun bedelini ise hem duygusal, hem toplumsal hem de akademik dünyamızda pahalıya öderiz. Dinlerse tam tersini söyler bize. Onun karşısında hepimiz günahkarızdır; bilgiye ihtiyacımız olduğu en baştan kabul edilir ve kişiye, yaşı kaç olursa olsun temizlenmeye ve öğrenmeye ihtiyacı olan bir çocuk muamelesi uygulanır. Biriciklik vurgusu, zaaflarımızdan utanmamız ve gerçek doğamızın  ( ölüm, yaşlılık, terkedilme, parasızlık, yalnızlık vs) korkularla dolu dünyasından kaçırıp gözlerimizi, güçlü bir görünüm sergilemeye ve yalanlar üzerine bir yaşam inşaa etmeye yöneltir bizi. Bu da derin psikozlara…
Botton ne önerir? Eğitimin hem misyon hem de vizyon olarak değişikliğe uğraması gerektiğini… Dinsel metinler yerine kültür metinlerini takip edelim, ama dinlerin binlerce yıllık deneyimindeki başarıları göz ardı etmeden, der.
Nedir dinlerin öğretim metodolojisi? Buradan başlamak lazım örneklemeye.
Dinler, soyut olan tüm kavramları, basit somut hikayelerin içerisine yerleştirerek insanlara iletir. ‘’Metinlerin açık bir dille yorumlanması, metinlerin bütünlükleri içinde değil de parçalanarak incelenmesi, dinlerin her zaman kullandığı yöntemdir’’, der Botton. Bizim seküler eğitim sistemimizde ise, bilindiği üzere bunun tam tersi bir yol izlenir. Öğretici seviyeyi asgari düzeyde gözetiliyorsa da, asıl iş öğrenene düşer; tüm dikkatiyle öğretenin seviyesini yakalamaya çalışmalıdır, kendi öğrenme yönteminin ne olduğunu belirlemelidir. Bol alıştırma, bol okuma-uygulama, bol tekrar yapmalıdır.
Dinler, insanı ‘öğrendiklerini çabuk unutan varlıklar’’ olarak kabul eder. ‘’Bilim gibi seküler düzen de yeni şeyler keşfetmenin gücüne ve önemine inanır. Aynı şeyleri yinelemeyi ceza gerektiren bir eksiklik olarak görür, her gün bizi hiç tükenmeyen bir bilgi akışına maruz bırakır ve böylece de her şeyi unutmamızı teşvik eder. ‘’
Buna karşı, dinler ile seküler yapılar arasındaki en temel ayrım olarak ‘’takvim’’ uygulamasına dikkat çeker yazar; ‘’Dinlerle karşılaştırıldığında seküler hayatın bizi ne kadar da özgür bıraktığı görülür; ne de olsa seküler düzen, bizim için önemli olan düşüncelere ulaşmanın yolunu kendi kendimize birden keşfedeceğimizi düşünür.’’
’Bir başyapıtı okumamızın üzerinden üç ay geçti mi onun tek bir sahnesini ya da cümlesini bile anımsamakta zorluk çekeriz.’’
‘’Seküler dünyamız, kutsal kitapların yaptığı gibi, yılın belli günlerinden onları yeniden düşünmemizi sağlayacak takvimler hazırlamazlar. Anton Çehov’un öykülerinde, İncil’deki öykülerde olduğu kadar bilgeliğe rastlanabilir büyük olasılıkla; ancak Çehov’un öyküleri içerdikleri bilgileri bize düzenli olarak anımsatacak bir takvimden yoksundur. (…)Bu kitapları  anımsamakla ilgili yaptığımız  tek şey, belki de en çok hayran olduğumuz birkaç cümlenin altını gelişigüzel çizmek ve taksi beklerken geçirdiğimiz boş bir anda o cümlelerden birini şöyle bir düşünüvermektir’’ Bir başka sayfada da şöyle demekte yazar: ‘’ Modern dünya uyarıcılarla doludur, bunların içinde en sarsıcı olan da ‘’haber’’  adını verdiğimiz o şiddetli seldir. Bu uyarıcı, dini alanda dua kitaplarının sahip olduğu otoritenin aynısına seküler alanda sahiptir. Haber bültenleri, günü hiç de doğal olmayan bir biçimde ikiye bölmektedir: Sabah dualarının yerini, kahvaltı haberleri, akşam dualarının yerini de akşam bültenleri almıştır.’’
Büyük kütüphanelere sahip olmakla övünenlere de pek çok ciddi mesaj göndermekte Botton; 1250’li yıllarda yaşayan varlıklı bir İngiliz aile, evinde üç kitap olduğu zaman kendisini şanslı görürdü. (…) Kitap bataklığına dönen çağımız için üzülüyorsak bunun nedeni, zekamızı ve duyarlılığımızı geliştirmenin en iyi yolunun daha fazla kitap okumaktan değil, birkaç kitabı sürekli yeniden okuyarak onlardan anladığımızı derinleştirip tazelemekten geçtiğini hissetmemizdir.’’
‘’Jakuzilerden ya da bilgisayar çiplerinden yararlanmak hayatımızda bize birtakım kolaylıklar sağlar kuşkusuz; ancak biz bireysel olarak yine tıpkı ortaçağda yaşamış atalarımız gibi kazalar, gerçekleşmemiş arzular, kalp kırıklıkları, kıskançlıklar, endişeler ve ölümle mücadele ediyoruz. Atalarımız bizden daha şanslıydılar, çünkü onlar insanlara bu dünyada mutluluğun her zaman mümkün olduğunu söyleme hatasını hiçbir zaman yapmamış olan, dinin egemen olduğu bir çağda yaşamışlardı.’’

Agape Restoranı
Yalıtılmış ve yalnız yaşamalarımız içimizdeki ‘yabancı korkusu’nu her geçen gün daha da derinleştirmekte. Modern insan, geçmiş çağlara göre tanımadığı insanlarla daha çok bir arada bulunsa da, iletişim kurma konusunda çok daha çekimser ve dikkatli. Yoga, dans, yazarlık, resim gibi kurslar her geçen gün yaygınlaşıyor yaygınlaşmasına ama, insanlar bağ kurmaktan imtina etmeye devam ediyor. Yazar bunu aşmanın yollarından biri olarak ‘’Agape Restoran’’ fikrini öne sürüyor. Nedir bu? Diyelim ki dört kişi yemeğe çıktınız. Bu restoranlardan birine girdiniz. Herkes bir başkasının masasına oturacak ve orada olanlarla birlikte yemek yiyecek. Böylece kişi tanımadığı insanlarla, tıpkı dinsel davetlerde olduğu gibi bir arada bulunup sohbet etme fırsatı yakalayacak.
Çalışmasında bunlara benzer çokça fikir öne sürmüş olan yazar, seküler dünyanın bizi nelerden mahrum edip, nereye doğru sürüklediğinin farkında; dinlerin içindeki kullanışlı olan yanları bulup ortaya çıkarmamızın bize ne gibi rahatlamalar sağlayacağının da.

Alain de Botton / Ateistler İçin Din
Sel Yay.

Gülşah KÖKSAL
28/ 12 / 2015
Beyoğlu
















YAZININ UÇ BEYİ’NDEN BİR ‘’ÖTEKİ PUSULA’’


‘’Yazarken, hep zincirledim ben.
Bunun beni nasıl zincirlediğini görmem vakitler aldı. Masada kıpırdadığım an duyduğum sesi okur da duysun isterim.’’, der Enis Batur Mumya Köpek adlı kitabında.
Harvard’lı uzmanlara göre durumu bir ‘’graphomania’’dır. O, yazma hastalığına tutulmuş kişilerdendir ve bu da ‘’şakak lobu epilepisisi’’nden kaynaklanıyordur. Tıp, her şeye olduğu gibi, bu, çokça yazma durumuna da bir tanı koymuştur.
Batur’a göre ise, ‘merak böceği’nin sokmasıdır kişiyi bunca şeyin izini sürmeye sevk eden. Evet, her şey merak konusudur bazıları için. Sıradan, olağan, gündelik görünen her şey, zincirleme bir biçimde bambaşka şeylere bağlıdır; ve bazıları görünenin ardına düşüp, görünmeyenin izini sürmeye çalışır.
Batur, ilgi alanı en geniş deneme yazarlarının başında gelir ülkemizde. Gezdiği sergilerden, izlediği oyunlara, dinlediği müziklere, okuduğu kitaplara; yazarların, ressamların, müzisyenlerin yaşamöykülerine kadar her şey denemelerinin konusu olmuştur. On binlerce sayfa yazı yazmış olmasına ve el değmemiş çok az alan bırakmasına rağmen: ‘’Her şeyi yazdığımı sanıyor kimileri, mahfuz tuttuklarımı bir bilseler.’’, demiştir.
‘’Gönderen: Enis Batur’’ adlı kitabının ‘’Okura Mektup’’ adlı bölümünde, kitabın kime yazıldığını, kime gönderildiğini tartışır. Ona göre okur bir kitap fahişesidir genellikle; birkaçını bir arada okuma sapkınlığına kendini kaptırır, okuması gerektiğine inandığı kitap sayısındaki kabarma onu hızlanmaya, sıçrayarak nektar toplamaya yöneltir. Ama onun arzuladığı nitelikli, ya da ülküsel okurdan beklentileri vardır: Nitelikli okur, okumayı hayatının eksenlerinden biri haline getirmiştir. Yine o okur, ‘’yeniden okuyan, başka bir gözle bakabilmek için farklı bir kavrayış için yeniden aynı kitabı eline alabilen okurdur. Yeni okuduğu bir kitaptan sonra onunla paralellik kurarak film seyreden, müzik dinleyen, ya da başka kitaplar okuyan, ansiklopedi karıştıran okurdur.’’ Yani, onun ‘’sokulgan okur’’ diye de tabir ettiği okur türü, eserde bir arkeolog gibi titiz bir şekilde kazı yapmalı, izlerin peşinden gitmeli, yeri geldiğinde örgüleri ve düğümleri daha iyi görebilmek için halıyı kaldırıp altına dikkatlice bakmalıdır.
‘’Her hikaye aslında komşularının arasına yazılır, her tabakası başka tabakalara karışır, birlikte sonsuz bir yol dökerler, hepsi tek, büyük bir hikayenin salkım saçak parçalarıdır.’’
Enis Batur külliyatını tam da böyle görmek gerekir; O, yazarak çok büyük bir resmi ilmek ilmek dokumaya çalışmaktadır bir nevi. Denemelerinin her biri bu düğümün bir parçasıdır. Eserlerindeki metinler-arası göndermeler kaynağını bu yaklaşımdan almaktadır. Hiçbir deneme bundan münezzeh değildir. Örneğin, ‘’Basit Bir Es’’ adlı novellasını okuyan bir kişi, onun ‘’Neyin Nesisin Sen?’’ adlı şiir kitabıyla ortak noktalar, bağlantılar, yakınlıklar kuracaktır.
Okuru bir kitap fahişesine benzettiği gibi, kendi yazma sürecine de benzer bir yaklaşımda bulunur Pasaport Damgaları’nda:  ‘’(…) Wöfli’den ilerlemeyi sürdürdüm, oysa onu kenara bırakıp ‘Zenon-Plati-Patates’ üçlüsüne eğilmeliydim. Üzerlerine yoğunlaşırsam, kalan sürede tamamlayabilirim onları, ama yapım bu, rahat duramıyorum, beni nereye çekerse oraya gidiyorum – tam bir yazı orospusu.’’
TOPLU ESERLERİNİN SON CİLDİ: ÖTEKİ PUSULA
Öteki Pusula’da adlı deneme kitabında ‘Kulak’, ‘Ölesiye Sanat’, ‘Gelecek Satmak’ ve ‘Çöken Karanlıkta’ adlı dört ana başlık yer almakta. ‘’Bir deneme kitabının, daha özelde bir ‘yazınsal denemeler toplamı’nın ‘içindekiler’i kadar sıraya konulma biçimi de belirleyici bir yan taşıyor.’’, diyen Enis Batur, ‘’Yapılan işin, uygulanan işlemin derlemekten, toplamaktan ibaret olduğunu sananlar yanılıyorlar.’’, diye de ekler. Çünkü o, asıl işin o yazıların/parçaların bir araya getirilişinde olduğunu ve dinamizmin asıl burada aranması gerektiğini söyler. Örneğin Ölesiye Sanat’ta altı ana başlık bulunur (‘Deneme’, ‘Lotimonia’, ‘Envanter ve Yorum’, ‘Suç’, ‘Geçmiş ile Gelecek Arasında Kurukafalar’ ile ‘Sinema Günlüğü’.) ve bunlar kendi içinde önemli karındaşlığa sahip yazıları barındırır.
Çok sayıda ve farklı türde kitabı aynı anda işlemeye, örmeye çalışmakta olan Batur’un çok çeşitli yayınevlerinden çıkan bu kitaplarını (özellikle de denemelerini) takip etmek neredeyse özel bir uğraş haline gelmiştir artık kendisini tutkuyla takip eden okurları için. Güzel olan şu ki, Edebiyat ve Sanat Üzerine Denemeler’i Sel Yayıncılık tarafından toplu olarak (2014 yılının Şubat ayından itibaren) yayımlanmaya başlandı. (1.Cilt Son Modernler; 2.Cilt Yazının Sınır Boyuna Yolculuk; 3. Cilt Karanlıktan Işık Yontanlar) 2016’ın bu ilk ayında da dördüncü ve son cilt olan ‘’Öteki Pusula’’ okurlara ulaştırılmış ve proje tamamlanmış oldu.
Sel Yayıncılık’a, Enis Batur okurlarına ve Türk edebiyatına yaptığı bu büyük katkı için teşekkürlerimizi sunuyor, son cildin yayımlanmasını sabırsızlıkla bekleyenlere iyi okumalar diliyorum.

Gülşah KÖKSAL
04/01/2016









TIRNAK İÇİ YAŞAMLAR


Bazı şeyler tırnak içerisinde yenilir. Örneğin balık ekmek… Balığı pişirip, soğanla, marulla ekmeğin arasına koyup yemekle Eminönü’nde bunu yemek aynı şey değil gibi gelir insana. Çünkü öyle hissetmemiz istenilir. Tüketim çağının tüketim toplumları artık bir ‘tırnak içinde’ yaşama toplumlarına dönüşmüşlerdir. ‘Boğazda balık yemek’, ’‘’Kadıköy’de kokoreç yemek’, ne bileyim, ‘Ortaköy’de kumpir yemek vs… Saydıklarımız artık sadece bir balık, sadece kokoreç, ya da kumpir değildir. İşin içine ‘bir mekanı var kılmak’, orayı tüketmek, orayla var olmak da girmiştir, ki bir nevi sos işlevi yüklenmiştir bu söylemlere. Çünkü ne lezzet, tat, ne de kalite,tırnak içinde yazılmayanlardan daha fazla ya da farklı değildir. Sadece algıda bir marka haline dönüşmüşlerdir, o kadar.
Ben de az önce tırnak içinde bir balık ekmek yedim; ‘Eminönü’nde’.  Sandalda satanlar müşterilere hizmet vermeye yetişemezken, kenardaki dükkanlar aynı balığı, aynı fiyata aynı kalitede satmasına rağmen daha tenhaydı. Oraya gidip bir masaya oturabilir, balığınızı nasıl istediğinizi söyleyebilir; yedikten sonra lavaboya gidip ellerinizi yıkayabilirdiniz. Bu imkanların hiçbiri sandal satıcılarında yoktu. Peki, ne olmazdı o dükkanda, kağıda sarılmış balık ekmeğin yanında? Söylem. Bu kadar basit. Kendini, fotoğraflarda, televizyon ekranında gördüğünüz manzaranın  içinde bulamamak… ‘’O sandaldan ben de yedim geçenlerde’’ diyemeyecek olmak. Modern insanın gerçeklik ve keyif algısının şekillenişi tamamen böyle. Ne daha çok konfor, ne daha fazla kalite isteği… Bunlar yönlendirmiyor kişileri. İnsan, kendini bir resmin içinde duyumsamak ve o resim ile varlığını olumlamak  ve bu yöndeki açlığını doyurmak üzere sürükleniyor o resimden bu resime. Bir gün Roma’da Aşıklar Çeşmesi’nde, bir gün Paris’te, Eyfel Kulesi’nin önünde…. Görmek değil, görüntü içine girmek; tatmak değil, tattığını söylemek; keşfetmek değil, en kısa yoldan varacağı manzaranın varlığını tüketmek…
Tomris Uyar bir yazı yazmıştı ‘’Tüm Tırnaklar Havaya’’ diye. Daha samimi bir yaşam sürmek için mücadelemiz, tırnakların havaya kaldırılmasına; tırnak içinde bir yaşam yaşamayı , tırnak içinde bir toplum olmamızı önlemeğe yönelik olmalı belki de…

Gülşah KÖKSAL
21.11.2015
iSTANBUL


SAHİ SANAT NEDİR?



Sanat, neolitik dönem insanından da önceye tarihlendirilen en eski uğraşlardan biri. Antik dönemden günümüze ulaşan sorunsalların içinde de kendine önemli bir yer edinmiş ve onu hep korumuş. Ama 21.yy’daki kadar tanımı belirsiz ve tartışmaya acık hiç olmamış-desek yeridir.
‘’Gerçek gibi görünen, ama gerçek olmayan şey’’ olarak tanımlanan sanat, Platon’dan beri ‘’taklit’’ olarak kabul görmüş, ve pratik yararı ve işlevi üzerine uzun tartışmalar yapılmıştır. Öyle ki Platon, Devlet’inde, pratik bir işlevi olmaması gerekçesi üzerine sanata ve sanatçılara yer vermemeyi planlamıştır. 
Homo Sapiens Sapiens,  sanat yapmaktan hiçbir dönem uzak kalmadığı ve zorlu şartlar altında bile sanat yapma imkanını hep var kılmaya çalıştığı gibi, bunun için hayal edilebilecek ne kadar zorluk ve işkence varsa hepsine maruz kalmış ve yüksek bedeller ödemekten kaçınmamıştır. Sanat yapma itkisi  bireyin karşı koymakta en çok zorlandığı itkilerden biridir.
Lakin, estetik kavramının kendisi, sanatın tarihi kadar eski değil, hatta çok yenidir. 18.yy’da icadı yapılmış ve günümüze kadar- özellikle de 1970’lerden sonra içi bambaşka biçimlerde doldurulmaya başlanmıştır. Modern ya da çağdaş sanat denildiğinde hepimiz bir durma ve nefes alma ihtiyacı duyduğumuzu rahatlıkla söyleyebiliriz. Sanatsal özbilinçte fotoğraf ve heykelle birlikte ciddi bir değişim meydana gelmiş, 20. Yy’a kadar biçem değişiklikleri yaşanmasına yaşanmış  ama sanatta kullanılan malzeme aynı kalmıştır. Soyutlama ortaya çıkana kadar tablolar bir şeyin resmi idi. Resim ve tablo kelimelerini birbirinin yerine kullanmak mümkündü. Kübizm, Fovizm, Sürrealizm, Dada, Süprematizm, Geometrik soyutlama, Soyut Ekspresyonizm, Japonya’da Gutai, Pop-art, Minomalizm; İngiltere’de Genç Britanyalı Sanatçılarvs. Bu akımların çoğu, resimlerin pencereden görünenle eş olmasını öngören Albertiyen kuralları reddetmişlerdir. Ancak malzemeleri aynıdır.Bundan sonra ise, her şeyin malzeme, her şeyin eser, tüm yapılanların ‘’sanat’’olduğu  ya da kabul edildiği bir dönem açılır önümüzde.  Arthur C. Danto  da” Sanat Nedir ?” adlı çalışmasında bu tartışmalar hakkında kısa fakat etkili bir yolculuğa çıkarmaya çalışır bizleri.
‘’Sanat ile sanat olmayan, ama pekala sanat eseri olarak kullanılabilecek gerçek şeyler arasındaki fark nedir?’’
17.yy’dan itibaren sanatçı mezun eden kurumların çoğunun adında ‘’güzel’’ kelimesi bulunmaktaydı. Bir şeyin güzel olmadan da sanat olup olmayacağı 21.yy’da felsefeye yapılmış en önemli katkılardan biriydi. Bunun en tanınan öncülerinden  biri kuşkusuz Dada’lar oldu. ‘’Güzel’’e savaş açmış önemli Dadaistlerden biri olan Duchamp, Mona Lisakartpostalının üzerine bıyık çizerek güzel kadını çirkinleştirdi. O, retinal sanat denilen, göze hitap eden sanata karşı derin bir tiksinti duyuyordu. Yine, Bağımsız Sanatçılar Birliği’ne, sanat eseri olarak gönderdiği ‘’ters pisuar’’ ile de büyük tartışma yaratmayı başardı. Arthur C. Danton’a göre, bu eylemin amacı organizasyonu zor durumda bırakmak olabilir; çünkü Sanatçılar Birliği’nin sergi politikasına göre, katılım ücreti ödeyen her sanatçı istediği eseri orada sergileyebilirdi. Duchamp ve diğer dadaistler zaten burjuva dünyasına ve onun estetik yargılarının genel geçer yapısına, para ekonomisine ve onların yol açtığı, 1. Dünya Savaşı gibi büyük kıyımlara bir tepki olarak varlıklarını ortaya koymuşlardı. Modern sanattaki ‘’pisuar’’ gibi hazır nesnelerin  sanattaki kullanımı onun asıl işlevini yitirmiş olması ile açıklanmaya çalışıldı. Serrano adlı fotoğraf sanatçısının Çişli İsa adlı çalışması da büyük tartışmalara sebep olmuştur. Çiş dolu bir kabın içine konulmuş çarmıha gerilmiş İsa figürünün fotoğrafını çeken Serrano  özellikle Hıristiyan dünyası ve kilisenin gösterdiği tepkilere şu yanıtı vermiştir: ‘’Çişi sadece eşsiz bir sarı parlaklık verdiği için kullandım. Başka hiçbir sıvıyla bu etkiyi yakalamayı başaramadım.’’ Başka eserlerinde de Serrano, kan, süt ve sperm gibi içsel sıvıları kullanmış ve en güzel renkleri bu içsel sıvılarla elde ediyor olduğunu ifade etmiştir. Ve bunun çok yakın bir geçmişe kadar, özellikle ait olduğu yerli kabile geleneğinde de olağan, aşağılık ya da tiksindirici olan beden parçaları olarak görülmediğini, kiliseyi bunları iğrenç bulması konusunda eleştirdiğini dile getirmiştir. New York’ta bir piyanist  -John Cage, 1952 yılı konserinde, parçanın başladığını belirtmek için piyanonun kapağını kapatır ve kronometreyi açar. 4 dk 33 sn sonra piyanonun kapağını açar; tek bir nota dahi çalmadığı halde öne eğilerek selam verir, nota kağıtlarını toplayıp sahneden ayrılır. Cage, Rauschenberg’in yedi parçadan oluşan bir tuvali bembeyaz boyamasından etkilenmiştir. Sergide herkes bu tabloda kendi yansımasını görmüştür. Zaten beyaz da tüm renklerin bir araya gelmiş hali değil midir? Yani o tabloda her şeyi görmek mümkündür. Bundan dolayı da sanatçı tarafından hiçbir şey vurgulanmamıştır. Kendisi de, düşünüldüğü gibi ‘’sessizliği dinletmeye çalışmaz 4 dk. 33 sn.’ile, insanların hayatın seslerini duymasını amaçlar; eserin icra edilmesi sırasında kulağa gelen kuş sesleri, rüzgar, öksürük, sandalye; daha dışarından gelen korna ve egzos sesleri neden müziğin bir parçası olmasın?
Harold Rosenberg, ‘’soyut ressamların tıpkı bir boğa güreşçisinin arenada gerçekleştirdiği gibi bir eylem icra ettiklerini ileri sürer ve  kendine özgü şiddetli fırça darbelerinden bir anlam ortaya çıkar’’der. Gördüğü genel tepki ise şudur: ‘’Kim duvarına eylem asar ki canım…’’
Cage, ve Rauschenberg örneği, soyut resmin yanında artık daha uç kalıyor. Onlara bir de Warhol’un Brillo Kutusu’nu eklediğimizde… Sınırların yok olduğu bir ortamla karşı karşıya olduğumuzu görüyor ve Danto’nun sorduğu soruların belki de artık yanıtlanamaz olduğu gerçeği ile yüzleşmek zorunda kalıyoruz.
‘’Eğer her şey sanat olabiliyorsa, sanatı diğer her şeyden ayıran nedir?’’
Dickie adlı bir sanat eleştimenine göre cevap şöyle: ‘’Sanat dünyası küratörlerden, koleksiyonculardan, sanatçılardan ve hayatları bir şekilde sanatla bağlantılı kişilerden oluşan bir sosyal ağdır.Bu teoriye göre bir şey eğer sanat dünyası öyle buyuruyorsa sanat eseridir.’’
Yanııt ziyadesiyle itici ve rahatsız edici görünse de, gerçeğe çokça yaklaşıldığı, yani artık birileri ‘’bir şey’’ yaptığında ve belli çevreler buna ‘’oldu’’ dediğinde bunun kabul gördüğü açık ve aşikârdır… Belki de zaman, sanat ve pek çok şey söz konusu olduğunda , Kant’ın dediği gibi ‘’kendi beğenilerimize sarılma’’ ve sadece onları düstur kabul etme zamanıdır.

Alıntılar: "Sanat Nedir?", Arthur C. Danto, Sel Yayıncılık


NORMAL YA DA MUTLU OLMAK…


Hepimiz, anne-babalarımızın gerçek ebeveynlerimiz olduğuna inanarak yaşar gideriz. Aksini duyma ihtimali her zaman mümkündür, değil mi? Bir gün bir tesadüf üzerine, başka bir aileye ait olduğumuz gerçeğiyle yüz yüze gelebiliriz…
Sevginin yetersiz geldiği ya da samimi görünmediği, yaşamsal-düşünsel farklılıkların derinleştiği dönemlerde vs, ‘’bunlar beni evlatlık aldılar galiba, ben belki de bunların çocuğu değilimdir’’ deriz, şakayla karışık. Gayri ihtiyari bir söylemdir bu kuşkusuz. Hiçbirimiz böyle bir ihtimalin gerçekliği üzerine öyle eni konu oturup düşünmeyiz.
‘’Evlatlık’’ kelimesi algı dünyamızda ‘’ikincil olmak’’, ‘’sevgisizlik’’, ‘’öteki olmak’’, ‘’dışlanmak’’
‘’horlanmak’’ ile bir arada bulunur ve sıklıkla bir arada ya da birbirinin yerine kullanılır. Ama başta da dediğimiz gibi, daha çok şaka yollu.
Peki ya, gerçekten de, anne babalarımız sandığımız, öyle saydığımız kişiler tarafından dünyaya getirilmemişsek ve gerçek anne babamız başka birileriyse…. Biyolojik ailenizden daha iyi koşullara sahipse sizi evlatlık alan aile; daha anlayışlı, daha sevgi dolu, imkanları daha geniş ve daha fazla mutlu olabileceğiniz bir dünya kurabilmişlerse size, ne ala… Buna kaderin bir öpücü, bir ‘kıyağı’ gözüyle bile bakılabilir belki dışarıdan. Ama, bir de tam tersiyse durum…
Hayatınız mutsuzlukla mücadele etmekle geçmişse; kendinizi evinizde hep kısıtlanmış, ruhsal olarak sakatlanmış, hezeyan üzerine hezeyan, bunalım üzerine bunalım yaşarken bulmuşsanız sürekli, ve bunu size yaşatanın kendi biyolojik anne babanız olmadığını öğrenmişseniz günün birinde….
Janette Winterson tam da bu bahsettiğimiz kişidir aslında. Altı haftalıkken, Manchesterli dindar mı dindar bir kadın ile, kendi halinde yaşayıp giden bir adam tarafından evlatlık edinilmiştir. Fakir sayılabilecek bir ailedir. Bu, Winterson’un ‘yanlış beşik’olarak tabir ettiği yuvanın ta kendisidir.
Anne, evli bir rahibe gibi sürdürmektedir yaşamını; eşiyle cinsel birliktelik yaşamayı reddeder –ki çiftin bir çocuğu evlatlık edinmelerinin en önemli sebeplerinden biri de budur belki. Soğuk, mesafeli, kuralları olan, mutsuz bir kadındır anne. Kızını da bu kurallara göre büyütmeye çalışır. Oğlanlarla bir arada olmak yasaktır, ama kızlarla bir arada olmak da... Kitap okumak da… Tabi, evde bulunan altı dini kitabın dışında… ‘’Altı adet kitap… Annem elimin kitaba değmesini istemiyordu. Kitapların içine balıklama dalacağım aklına bile gelmedi –saklanmak için kendimi onlara hapsedeceğimi.’’ (s.41)
‘’Öylesine iri bir öfkem vardı ki, hangi evi olsa doldururdu.’’, diye ifade eden Winterson, sevginin, dokunulmanın, mutlu olmanın ne olduğunu öğrenemeden büyümenin onu dünyanın en acayip insanlarından birine çevirdiğini düşünür . ‘’(…) somon balığının akıntıya karşı yüzme kararlığıyla, inadıyla sevmeyi öğrenmek ‘’ gerektiğini,  ‘’o akıntının ne kadar çırpınıtılı olursa olsun, onun bizim akıntımız olduğunu unutmamamız gerektiğini’’ fark eder bu değersizlik- sevgisizlik krizleri yaşadığı dönemlerden birinde.
Mutluluğun sadece kitaplarda, sözcüklerde gizli olduğunu fark ettikten sonraysa, eline geçen tüm parasını kitaplara yatırmaya başlar. Gizli saklı okumaktan başka çaresi yoktur. Tepelere çıkar ve eve dönmek zorunda olduğu saatlere kadar, durmaksızın; sözcükleri yercesine, yutarcasına okur. Tabi bir de o kitapları saklama sorunu çıkar oraya. Bunun için de yatağın altını kullanır. Aldığı ve okuduğu kitapları karyola ile yatak arasına birkaç sıra halinde dizmeye başlar. Ve… Bir gün bu durum anne Winterson tarafından fark edilir. Ne mi olur? Tüm kitaplar camdan bahçeye fırlatılır birer birer. Üzerine bir bidon benzin dökülür ve yakılır. O gün yaşadığı acıya rağmen ‘’s.et’’ der kendine, ‘’ben de kendi kitaplarımı yazmaya başlarım.’’
Kilisede kendi yaşlarında bir kızla tanıştığında içinin sıcacık olduğunu fark eder Jenette. Arkadaş olurlar. Ve bir gün Janey adlı bu kız kendisini öper. Sevgidir bu. Sevginin en güzel hali. Belki de aşk… Evet evet, aşık olmuştur. Hem de kendi cinsinden birisine. Sık sık bir araya gelen bu kızların birbirilerine olan ilgileri anne tarafından fark edilince Jenette, itiraf eder gerçeği. On altı yaşında, evlatlık edinildiği evden kapı dışarı edilen genç kız, kitaba da adını verdiği o cümleyi, duyar annesinden: Normal olmak varken neden mutlu olasın.
Bedende Yazılı, Vişnenin Cinsiyeti, Tek Meyve Portakal Değildir adlı kitapları Sel Yayınları tarafından dilimize kazandırılan yazar, kendisini sokakta bulduğu o günden sonra bir arabada yaşamaya başlar, eğitimini devam ettirir, Oxford sınavını kazanır ve pek çok ödülün yanı sıra, Britanya Kraliyet Onur Nişanına layık görülür.
Doğar doğmaz yaralanmıştır. Evlatlık edinildiğini öğrendiğinde, kendi cinsiyetinden birisine aşık olup, bunun toplumsal bir yasak olarak kabul edildiğini öğrendiğinde ve on altı yaşında sokağa atıldığında… Defalarca derin yaralar almıştır ruhu.
Hem ısınmak, hem içlerinde uyumak, hem mutlu olmak için okumuş; yaralarını okuduğu öykülerle sağaltmış; ardından da, kendi kitaplarını, başkalarının yaralarını sarması için şişe içine konulmuş mesajlar gibi, yazın denizinin içine bırakmıştır. Ben o denizin kıyısında rastladım ona.

‘’Yara simgeseldir, dolayısıyla tek bir yoruma indirgenemez. Ancak yaralanmak, göründüğü kadarıyla, insan olabilmenin bir yolu ya da anahtarı. O bir ıstırap olduğu kadar da bir erdem.
Öykülerde farkına vardığımız şey, yaranın lütufa olan yakınlığı: Yaralanan kişi o yarayla seçilmiş, diğerlerinden ayrılmış oluyor – hem edebi hem de simgesel anlamda. Yara farklılığın bir işareti.’’ (s.207)

Gülşah KÖKSAL
03/ 12/ 2015

Beyoğlu

Ruh Arkadaşından Anne Frank’a Mektup


‘’Keşke, öğrencilik yıllarımda ‘’Anne Frank’ın Defteri’’ni öneren, aklı başında, kültürlü (entelektüel bile diyemiyorum, o çok üst seviye bir arzu oluyor maalesef bu ülke koşullarında), okuyan bir öğretmenim olsaydı, ben bu kitabı bu kadar geç okumuş, Semih Gümüş’ün kitap önerilerinde ilk kez duymuş olmasaydım da, dokuz yıllık öğretmenlik hayatım boyunca, pek çok öğrencimle bu harika karakter hakkında konuşabilmiş, onlara bu gerçek öyküyü ulaştırabilmiş olsaydım..’’ dedim kitabın her sayfasında.
Anne Frank, Hollanda’da yaşayan bir Yahudi ailenin on üç yaşındaki küçük kızı… Almanların Hollanda’yı işgal etmesi üzerine, babasının çalıştığı ofisin arkasında yer alan ve onun ‘’Arka Ev’’ diye tabir ettiği gizli yere, sekiz kişi ile birlikte sığınırlar. Anne, giderken yanına, Kitty adını verdiği güncesini de alır ve 12 Haziran 1942 ile 1 Ağustos 1944 yılları arasında yaşanılanları, tüm içtenliği, saflığı ve bilgeliği ile sayfalara aktarır. Güncenin kitap haline gelme süreci ise arka kapakta şu şekilde aktarılır:
‘’(…) Hollanda hükümetinin Kültür ve Bilim Bakanı Bolkenstein’in radyodaki konuşmasını dinleyene kadar günlüğünün sayfalarını yalnızca kendi için doldurmuştu. Ancak Bolkenstein radyo konuşmasında gelecek kuşakların savaşta ne gibi dehşetler yaşandığını tam anlamıyla anlaması için, Hollanda halkının Almanlardan gördüğü zulme şahitlik eden tüm belgelerin toplanıp yayımlanması gerektiğini söylüyor; örnek olarak da günlükleri veriyordu. Bu sözlerden çok etkilenen Anne Frank, Savaştan sonra bir kitap çıkarmaya karar verdi. Günlükleri bu kitap için temel olacaktı.
Ne var ki Anne Frank, 1945 yılının Mart ayında, on beş yaşındayken Bergen Belsen yakınlarında öldü. Günlüğü ise ailenin hayatta kalan tek üyesi Baba Otto Frank yayımladı.’’

Anne’nin kişilik özellikleri, duygusal yapısı, içinde kopan ergenlik fırtınaları ve bunları ifade ediş biçimi, gözlem yeteneği, uyumsuzluğu ve ‘’çokbilmiş’’ diye ti-ye alınan bilge duruşu bana aynı yaş dönemindeki günlerimi anımsattı. ‘’Ben de duygularımı ve gözlerimi dile getirirken bu kadar başarılı olabiliyor muydum acaba?’’, diye düşündürttü. Kitabın kapağında yer alan fotoğrafına bakıp durdum sıkça, uzun uzun. Görünüş olarak da çok benziyorduk birbirimize, evet; ben Yahudi değildim, o zulme tanıklık etmemiştim, ve onun iki katı kadar daha fazla yaşayabilmiştim… Ama belki de, Anne’nin yarım kalan serüvenini tamamlamak için, onun ruhunu geçirerek üzerime bu dünyaya gelmiştim…
Kitaplarına, yeni şeyler öğrenmeye, dolmakalemlerine, hayali mektup arkadaşı ‘’Kitty’’e deli gibi tutkun; sorgulayan, doğru diye dayatılan hiçbir şeyi, akıl süzgecinden ve yüreğinden geçirmeden hayatına dahil edemeyen; haksızlık karşısında çileden çıkan, öfkesini kontrol etmekte zorlanan, ama mutluluğu da tüm coşkusu ile yaşayan, bir asi ergen Anne…
Aslında büyük kısmımız, yaşamımızın önemli dönemlerinde birbirimize çok benzer davranışlar sergiliyoruz. Pek çoğumuz mesela, bir defterin vereceği huzura canı gönülden inanarak bir ‘’Sevgili Günlük’’ arkadaşı ediniyoruz ilk gençlik dönemlerimizde. Kuşkusuz iç sesimiz yürütüyor bizleri o ‘’defter dost’’a doğru adım adım. İnsanın kendi dünyasının gizli dehlizlerinde sessizce yürümeye başlaması, karanlık noktalarının üzerine ışık tutup, oralarıyla tanışıp kaynaşması, rahatladığını hissedip nefes almaya başlaması gibi nimetler sunuyor bu süreç; kişinin kendisiyle başbaşa, kendine doğru yazma-yürüme süreci…
Kendimden biliyorum; gerçek bir yoldaş insana kağıt ve mürekkep… Ekmek kadar, su kadar elzem varlığı… (Robinson Cruouse’un da tüm yaşamsal ihtiyaçlarını karşılayabildiği o ıssız adada, yoksunluğundan en muzdarip olduğu şey değil midir bunlar…)
Kimileri mat, boş, selülozdan ibaret bir şey gibi görebilir bir dosya kağıdını, bir defter yaprağını, ama bilenler için o mat, boş, odundan türemiş selülozlu parça bir ayna kadar bizi bize gösteren, büyüleyici bir yansıtıcının ta kendisidir. Kişinin kendisini gerçek ebatlarıyla görebildiği, ve yine, kendisine seslenip,  iç sesinden cevaplar alabildiği tek gerçek mecradır. Ruhun bütün kirini pasını üzerine silip temize çıktığımız bir ıslak havludur, bembeyaz; kimi zaman karşısında dağılmış saçlarımızı ve bozulmuş makyajımızı düzeltip güzelleştiğimizi hissettiğimiz bir ayna… Ne olduğu ve ne işe yaradığı tam da o anki duygu durumuna bağlıdır aslında.
‘’Kalbini onurlandırmak zorundasın, geriye kalanın dehşetinden seni ancak bu kurtarır’’, der Umay Umay. Kalbimizi onurlandırma zamanlarının  en kıymetli mekanıdır o beyaz kağıt parçası. Kalbimize seslendiğimiz, onunla uzun uzun dertleştiğimiz, koyu sohbetlere daldığımız, yaralarına şefkatle pansumanlar yaptığımız yegane yer, bir ‘’dost defter’’ sayfalarıdır biz -güncenin büyüsüne kapılmış kişiler için. Çünkü, benzersizliğimizi somutlaştırdığımız, belgelediğimiz, varlığımızı kendi ellerimizle tescillediğimiz yerdir güncelerimiz.
‘’Bir gün’’ün değerini ve önemini, bir günce yazardan daha iyi kim bilebilir? Deftere her an kaydedilmese bile, tüm anlar hissedilerek yaşanılır… Kişi, kendinin anların toplamından ibaret bir taş duvar gibi yükselmekte olduğunun farkındadır.
Yaşama şükran, yaşama isyan, hep o boş satırlar üzerinden yapılır, yazı ruhumuzu rahatlatır, hafifletir, bağışlatır, yatıştırır, sorgulatır…
Günce tutmak, Cioran’ın tabiriyle, biraz da ‘’’duyumların sekreteri’’ olmaktır.
--------------
Canım Anne,
Yaşının ne çok üstünde bir bilinçle sürüklemeye çalışmışsın o küçük bedenini… Küçük bir bedenin üzerine geçirilmiş kilolarca ağırlıktaki bir zırh gibi, ne kadar ağır ruh yerleştirilmiş içine… Ve, onun sana kattığı anlamı ne kadar erken fark etmiş, hafiflemeye çalışabilecekken gençliğin hovardalığı ile, okuyarak, sorgulayarak, hiçbir şeyi es geçmeden, insana dair ne varsa, hepsini birer birer, uzun uzun düşünerek, ne kadar da ağırlaştırmışsın kendini, kendi ağırlığın sana yetmezmiş gibi…
‘’Bütün insanlar ne kadar güzel ve iyi olurlardı… eğer her akşam, gün boyu yaşadıklarını gözlerinin önüne getirip, kendi davranışlarındaki iyi ve kötü olanı bir sınasalardı. Bilinçaltında bunları her gün yeniden düzeltmeye çalışırlardı ve tabi ki zamanla bir yerlere ulaşabilirlerdi. Bunu herkes deneyebilir. Bilmeyen biri öğrenmek ve denemek zorunda: Kendinden emin ve huzurlu olmak insanı güçlü kılar!’’ (s.322), demişsin 6 Temmuz 1944’te. Bu sana göre ne kadar kolay ve olağan, ve ne kadar elzem değil mi… Biraz daha yaşamış, daha uzun kalabilmiş olsaydın bu gezegende, bu düşüncelerini, bu kararlılıkla ve inançla söylüyor olur muydun; bunu düşündüm okurken. O kadar haklısın ki… Herkes kendinden başlasa işe, dünya evrenin cenneti olmaya aday olurdu muhakkak, da, bu bize göründüğü kadar kolay gelmiyor insanların büyük çoğunluğuna.
Keşke yaşamda teğet geçmiş olmasaydık birbirimize böyle; ben senin hep özlemini çektiğin kız arkadaşın olabilseydim. Sen de benim… Ama o zaman defterlerimizi ve yazmayı yaşamımızın ayrılmaz parçaları olarak görmeye devam eder miydik yine? Günlüğünde kendinle cinsellik, aşk, diplomasi, politika, din, eğitim, ebeveyn-çocuk ilişkisi, otorite, özgürlük, ilahiyat vb üzerine yaptığın sohbetleri gerçek bir arkadaşla yapabilmiş olsan, yine böyle ateşli ateşli günlük notlar tutmaya devam ediyor olur muydun? (Bu soruyu aynı zamanda kendime de yöneltiyorum. Hem de uzun zamandır…)
Sen bu dünyayı acılar içinde terk edip gittiğinden beri, senaryo sık sık değişti belki ama, insanoğlu birbirine acı çektirmekten bir gün olsun vazgeçmedi.
Mesajlarının kendilerine ulaştığı insanlar zaten güzel yürekliydi. Başka türlüsü düşünülemezdi; temel kanun bu idi evrende, benzer benzer çekerdi; ama kötüler de birbirini bulmakta hiç gecikmedi. Onların topları- tüfekleri, füzeleri ile bizim kağıt zırhlarımız ve metal-kurşun kalem uçlarımız savaşmaya hep devam etti.
Sana iyi haberler veremiyor olduğum için gerçekten üzgünüm Anne. Koşullar ve şikayet ettiğin durumlar, doğup- can verdiğin topraklarda biraz daha iyileşmiş olsa da, dünyanın diğer tarafında, burada, Ortadoğu’da masum insanlar yok yere öldürülmeye devam ediliyor…
Aileler çocuklarıyla cinsellik konusunu konuşmada hala çekimser.
Kadınlar toplumdaki yerinin ve öneminin hala farkında değil. Kendini erkek egemen sistemin gözünden tanımlamaya devam ediyor.
Dinler hala savaş halinde. Irklar ve ulus devletler de öyle…
Aç insan sayısı da artıyor, gıda sektörünün üretme kapasitesi de…
Sen gittiğinden beri buralarda değişen pek bir şey yok yani anlayacağın.
Umut bir tek, o aynı şekilde yaşamaya devam ediyor yüreklerde.

Sevgi ve özlemle…
Dostun

Gülşah